Kafama takıldı Hocam, Kur’an Arap diliyle olduğuna göre acaba sadece bu dili konuşanlara mı indirildi? Ateistler tam da bu noktadan Kur’an’ı eleştiriyorlar. Kur’an’ın Arapça olması onun yerelliğini ve belli bir kavme aidiyetini gösterir diyorlar. Arapça olarak Mekke’ye indirilen bir kitabın evrensel olması ve bütün insanlar için bağlayıcı olması nasıl açıklanabilir?
İlk okuduğumuzda ciddi bir soruyla karşı karşıyayız gibi görünüyor. Hatta bazıları bu soruya cevap verilemeyeceği vehmine kapılmışlar. Bunlar ya dünya tarihini bilmiyorlar ya da bizim bilmediğimizi sanıyorlar. Bütün milletleri Amazon ormanlarında yeni bulunmuş kavimler gibi düşünüyorlar. Eğer böyle olsa haklı olabilirler. Ama böyle değil. Yüzyıllardır insanlar birbiriyle iletişim ve etkileşim içinde. Irklarının ve dillerinin farklı olması bu iletişim ve etkileşime engel teşkil etmemiş. Sosyolojide “kültür değişimi” diye bir kavram var. Kültür değişimi, milletlerin hatta medeniyetlerin birbirinden etkilenmesi yani bir kültür alışverişi. Medeniyet tarihçileri, hiçbir kültür ve medeniyetin sıfırdan kurulamayacağını, aralarında geçişlerin kaçınılmaz olduğunu kabul ederler. Medeniyetlerin en önemli kurucu gücü ticari faaliyetler. Ticaret bir alışveriş işi. Nitekim ticari faaliyet alanı geniş olan milletlerin medeniyet kurmada öncü oldukları bir gerçek. Ticaret sadece somut mal alımı değil, aynı zamanda kültür ve medeniyet aktarımı. Bu değişim olumlu olduğu gibi olumsuz da olabiliyor. Mekke’nin dışarıdan gelen farklı milletlere mensup insanlar tarafından kurulması, Hz. İbrahim ve İsmail’in getirdiği hak dini benimsemeleri olumlu. Sonrasında ticari yolculuklarda diğer milletlerde gördükleri putları Mekke’ye taşıyarak putperestliği kabullenmeleri ise olumsuz. Daha eskiye gidersek Mekke insansız bir bölgeydi. Sonradan yerleşim alanı oldu. Hak din oranın ilk diniydi. Ticari ilişkiler sonucu etkilenmeyle putperestlik oluştu. Bütün bu gelişmelerin hiçbirine dil ve millet farkı engel olmadı. Bir de kılıç zoruyla İslamlaşma iddiası var. Bunun doğru olmadığının kanıtı, Uzak Doğu Müslümanları. Malay adaları başta olmak üzere Hindistan’ın okyanus kıyılarına İslam ticaret yoluyla gitmiş ve yayılmış. Bu milletler o gün de Arapça konuşmuyorlardı bugün de konuşmuyorlar. İşte bu, dil farkının evrenselliğe engel olmadığının açık kanıtı. Müslümanlar fethettikleri yerlere bir dil dayatmasında bulunmadılar. Ama Batılı zorbalar, işgal ettikleri bölgelere kendi dillerini zorla kabul ettirdiler. Bugün hâlâ birçok ülkede Batılı dillerin resmî dil olması bunun göstergesi. Bugün evrensel kabul edilen dillerin arka planında sömürge zulmü söz konusu.
Hocam biz Türkler demiştik siz bütün milletleri saydınız. İslam sadece Türklere değil, bütün milletlere gelmiş bir din. Türkler özelinde de konuşsak aynı sonuç çıkar. Türklerin varlık ve tarih sahnesinde çıktıkları andan bugüne kadar dışarıdan etkilenmeden sadece kendi dil imkânlarıyla bir dine sahip olduklarını söyleyebilir miyiz?
Tam da soru bu.
Bu soruya net ve kesin cevap verebilmek için elimizde yukarıda söylediğimiz şekilde oluşmuş bir dinin olması gerek. Hâlbuki Türkler yerleştikleri bölgelere, karşılaştıkları milletlere göre din, kültür ve medeniyet sahibi olmuşlar. Türklerin sıfırdan kurup sürdürdükleri bir kültür ve medeniyetten söz edilemeyeceği gibi bir dinden de söz edilemez. Bu sadece Türkler için değil, Kürtler, Araplar, İngilizler, Yunanlılar için de geçerli. Hatta bütün medeniyetler için söz konusu.
Öyleyse hiçbir milletin kendine özgü ve özel bir dininden söz edilemez.
Öyle tabii. Tahrif edilerek bir ırkın dini hâline getirilmiş Yahudiliği örnek gösteremez kimse. Hz. Musa’nın sadece Yahudilere değil, aynı ırktan olmayan Firavun ve halkına da peygamber gönderildiği Kur’an’da belirtilir. “Musa’yı ayetlerimizle Firavun ve çevresine gönderdik ve onlara şöyle dedi: ‘Ben âlemlerin Rabbi’nin elçisiyim.’” (Zuhruf, 43/46.) ayeti buna delil. Buna göre sadece bir millete ait kültür ve medeniyetten söz edilemeyeceği gibi dinden de söz edilemez. Çünkü İngiliz şair ve kültür adamı Eliot’un dediği gibi “Kültür dinin tecessüm etmiş hâli”. Öyleyse kültürle din arasında doğal ve zorunlu bir iç içelik söz konusu. Kültürü, dini ve medeniyeti birbirinden ayırmak çok mümkün değil. Bugün Batı medeniyeti kaç ayrı dilin konuştuğu millet tarafından temsil ediliyor? Bu, İslam medeniyeti ve eski Roma medeniyeti için de geçerli. İslam, Hristiyanlık ve Budizm gibi çok geniş coğrafyalara yayılmış dinlere baktığımızda bunların yayılmasına dilin engel olmadığı ortada. Ama bu dinlerin orijinal metinlerinin hepsi belli bir dilde. Bunun sebebi de her din belli bir kişiden, gruptan veya milletten neşet eder, yayılır ve evrensel hâle gelir.
Aslında ideolojiler de böyle değil mi?
Ateistlerin neredeyse baş tacı ettikleri komünizm, sosyalizm ve anarşizm gibi ideolojilerin ilk metinleri belli bir dilde üretildi. Sonra tercümeler ve farklı dillerdeki yorumlarıyla yayıldı. Karl Marks’ın İngilizce yazması bu ideolojinin Rusya’da kabul edilmesine engel teşkil etmedi. İnsan ürünü din ve ideolojiler için engel teşkil etmeyen dil farklılığının İslam için engel görülmesi, ya cehalet ya da kasıtlı bir saptırma olsa gerek.
İyi ama birçok ayet Kur’an’ın Arapça bir kitap olduğu ve ümmü’l-kura denilen Mekke’de indiğini söylüyor.
Herhâlde öyle söyleyecek. Dünyadaki her olgu ve olayın bir başlangıç zamanı, başlama noktası ve başlama hâli vardır. Buna göre Kur’an on dört asır önce, Mekke denilen beldede, Arapça olarak inmiş bir kitap. Bunlar Kur’an’ın sahihliğinin, gerçekliğinin ve ilk muhataplarının anlayacağı bir dilde indirildiğinin belgesi. İlk iniş yerinin bir bölge, dilinin bir kavmin dili olması onun evrenselliğine engel değil. Az önce belirttik. Bu mantık kültür ve medeniyet aktarımının hatta milletlerarası tecrübe aktarımının imkânsızlığını iddia etme anlamına gelir. Bütün milletler, Amazon yerlileri gibi yaşamaya mahkûm edilsin demek. İnsanlar insanlardan hatta hayvanlardan çok şey öğrendi ve öğreniyor. Habil öldürdüğü kardeşini gömmeyi bir kargadan öğrendi. Karganın dilini mi biliyordu? İcatların birçoğunda hayvanların örnek alınması söz konusu. Yüce Allah’ın Kur’an’ın sahihliğini, gerçekliğini ve insanlara hitap eden bir kitap olduğunu gösteren ayetlerini çarpıtıp ondan tam tersi yerellik ve ırkçılık çıkarmak ancak inançsız bir zihnin eseri olabilir.
Kur’an’ın evrensel olduğunu nereden anlayacağız?
Öncelikle kendi beyanından ardından on dört asırlık uygulamasından. Bakara suresinde Kur’an’ın “bütün insanlara hidayet rehberi” (Bakara, 2/185.) olduğu belirtiliyor. Ayrıca “Biz, müjdeleyesin ve uyarasın diye seni bütün insanlara peygamber olarak gönderdik.” (Sebe, 34/28.) ayeti de açıkça Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bütün insanlara peygamber gönderildiği bildiriyor. Demek ki hem Hz. Muhammed (s.a.s.) bütün insanlığa gönderilmiş peygamber hem de Kur’an bütün insanlara indirilmiş ilahi kitap. Uygulama da buna uygun gerçekleşmiş. Hz. Peygamber sadece Mekke’de Arap soyuna ait olanlara değil bütün insanlara hitap etmiş. Mekke panayır yerine gelen her milletten insana İslam’ı duyurmayı görev bilmiş. Medine döneminde ise İranlı, Rum ve Habeşli her ırktan ve renkten Müslüman olanlar var. Ayrım yapmaksızın Bizans, İran, Mısır gibi dönemin en güçlü devlet adamlarına yazdığı davet mektupları bu dinin bütün milletlere gönderildiğinin tarihî belgeleri. Bunlar gizli saklı değil, bilinen gerçekler. Bütün bu gerçeklere rağmen hakikati saptırıp Kur’an’ı bir millete, belli bir zamana ve mekâna aitmiş gibi görmek ve göstermek dini, kültürü ve medeniyeti tam olarak anlamamaktan olsa gerek.